FARABİ'NİN İMTİHANI
FARABİ'NİN İMTİHANI- Lütfi AYHAN- Yeni Meram Gazetesi
Dünkü yazımda dünyanın ve İslam dünyasının bu günkü haline değinmiş, ABD ve İsrail'in daha önceki asırlarda gücüne, kuvvetine güvenerek zalimlik yapan devletlerin Sünnetullaha uygun olarak nasıl devrilip gittiklerine (zımnen) değiniştim. Bu zalimlere karşı iyileri temsil eden milletlerin, medeniyetlerin nasıl bir yol izleyerek güçlü adil ve faziletli olabileceklerine dair görüşler belirtmiş bu yollardan birinin de topluma önderlik edecek "ışık insanların" varlığıdır diye yazmıştım. Bu "ışık insanlardan" biri olan Farabi Dedemizi İbrahim Kalın Beyefendi'nin anlatımıyla yazmaya başlamıştım. O'nun (Farabi'nin) yaşadığı söylenen bir hikâyeyi anlatmaya başlamıştım. İşte yarıda kalan o hikâyenin devamı.
"...Türk kökenli Farabi onuncu yüzyılda yaşamış bugünkü Kazakistan topraklarından çıkmış önemli bir düşünür. Bağdat yaşamaya başlayan Farabi'yi Bağdat uleması sıygaya çekmek ister. Onu saraya davet ederler O da kabul eder.
Davet vakti gelir. İhtişamlı bir salonun ucunda yüksekçe bir yerde Sultan/halife oturmaktadır. Etrafında da bütün Bağdat uleması: Dilciler fakihler mantıkçılar filozoflar tarihçiler siyerciler tefsirciler... Kapıdan giren kara, kuru, zayıf misafire bakıyorlar. Farabi'nin üzerinde, ucuz gösterişsiz çobanların/fakirlerin giydiği bir abeye vardır. Hayatı zaten hep mütevazı yaşamış, bu bilge erdemi ve yüceliği madde ötesinde arayan bir ahlaka sahiptir. Salona girince oradaki Mihmandar, "hoş geldin bu mecliste ilmen layık olduğunu yer neresi ise git oraya otur" der. Farabi Salonu şöyle bir süzer, alimlerin önünden geçerek en başa varıp sultanı yerinden kaldırır ve ve oraya oturur.. Salonda önce büyük bir sessizlik, sonra homurdanmalar gürültü olur: "Bu ne cüret? Kim bu küstah?" Adam kendini sultandan bile yüksek görüyor?" Sultan'ın adamları hemen davranırlar kılıçlarına. Sultan ise; "Durun durun bir görelim bakalım kimmiş, neymiş bu adam" der. Sonra, sadece Bağdat'ta yaşayanların bileceği bir lehçe ile; "Eğer bu adam toplantının sonunda rüştünü ispat etmezse kellesini istiyorum" der. Farabi aynı lehçede cevap verir; "Sultanım merak etme, biraz sonra her şey ortaya çıkacak." der ve herkesi hayrete düşürür.
İlim münazarası başlar. Daha doğrusu Bağdat Ulemasının Farabi’yi sigaya çekme töreni. Önce ulûm-i nakliyeden yani fıkıh, tefsir, hadisten sualler yağar Farabi'nin üstüne. Farabi bütün sorulara çok çarpıcı cevaplar verir. Sonra Ulum-i akliyeden sorular yöneltilir kendisine.(Akli ilimler felsefe, mantık, matematik fen bilimleri...) Farabi bunlara son derece yetkin cevaplar verir. İkinci faslın sonuna doğru ulema homurdanmaya başlar. Çünkü sultanın huzurunda zor duruma düşmüşlerdir. Bir 'çobanın' boyunun ölçüsünü alamıyor konumuna gelmişlerdir. Meclise bir ara verilir, ulema kendi arasında toplanıp istişare ederler. "Bu adamın gerçekten büyük bir âlim olduğu belli. O'nu köşeye sıkıştıramayacağız. Öyle bir şey düşünelim ve farklı bir alandan soru soralım ki sussun...”
Oturum başlar. Ulemadan biri söz alır ve, "Farabi Efendi! Belli ki sen nakli ve akli ilimlerde gerçekten yetkinsin, peki biz sana farklı bir alandan bir süal soracağız, onu da cevaplarsan gerçekten âlim olduğunu kabul edeceğiz. "Buyurun" der Farabi. Müzik hakkında ne biliyorsun? Farabi hafif bir tebessüm eder ve başlar anlatmaya: Makam sistemi, harmoni sistemi, usüller, titreşim... Anlattıkça anlatır. Ulema hayretler içerisinde dinler. Ulemanın Farabi'ye ait 5 ciltlik "Kitabül Musiki"sinden haberi yoktur. Farabi de zaten bu süale bunun için gülmüştür. Artık ulema teslim olmak üzeredir. Bu zor durumdan kurtulmak için biri derki: Maşallah her alanda yetkinsin. Pekiyi teorini pratiğe dökebilir misin? Farabi gene tebessüm eder, abasının altından bir ney çıkartır ve başlar üflemeye. Önce neşeli bir makamda bir şeyler çalar, herkes el çırparak bu ritme katılır. Makamı değiştirir çok hüzünlü bir makamda birkaç eser icra eder, herkes ağlar. Ondan sonra Farabi makamı bir kez daha değiştirip hiç kimsenin duymadığı bilmediği bir makamda öyle bir eser icra eder ki herkes uykuya dalar. Farabi de tasını tarağını toplayıp salona girdiği gibi bir uçtan bir uca yürüyerek salonu ve Bağdat'ı terk eder. Bir daha da Bağdat'a uğramaz..."
ALİM: VARLIĞA BİR BÜTÜN OLARAN BAKABİLEN KİŞİDİR
"...Bu hikaye bize gösteriyor ki Âlim olmak için bütünlükçü bir bakışı (yani nakli, akli, fenni, pratik ilimleri...) elde etmiş olmak gerekir. Varlığa bir bütün olarak bakabilme kabiliyetini kazanan kişiler gerçek âlimlerdir. Bizim medeniyetimize göre insanı tanımadan, zamanı bilmeden, Allah, ahiret, hesap konularını irdeleyip sema ile bağ kurmadan, yerde adaleti tesis edemezsiniz. Aklınızda, gönlünüzde göğe nizam verememişseniz yeryüzünde adaleti nizamı kurmanız da mümkün olmaz..."
Bugün bizim ve dünyanın bu bütünlüklü bakış açısına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var: " Dünya, ABD, İsrail, Gazze, Lübnan , İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, Hizbullah, Şia, İran, Ehli Sünnet, Vehhabi, Suud, Medeniyet, bilim, zulüm adalet...." Hepsine bir bütünün parçası gibi bakmadıkça, dünya zulmün karanlığında kalmaya devam edecek demektir.
Not : Bu yazının bir kısmı İbrahim Kalın Bey'in bir konuşmasından alınmıştır.
-
osman kaya2024-10-09 22:26:34ALİM: VARLIĞA BİR BÜTÜN OLARAK BAKABİLEN KİŞİDİR Ümmet alimini arıyor.